Dr. Cengiz Başkaya
İnsan bağışıklık eksikliği virüsü (human immundeficiency virüs – HIV) insanlık tarihinin en yıkıcı salgınlarından biri haline gelme yolunda. Etkileri açısından orta çağda Avrupa’da büyük yıkıma yol açan ve yaklaşık 100 milyon kişinin ölümüne neden olan veba salgınıyla karşılaştırılabilir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 2023 sonu itibarıyla salgının başlamasından bu yana 42 milyon 300 bin kişinin HIV nedeniyle öldüğünü açıkladı. Sadece 2023 yılında HIV ile ilişkili hastalıklardan 700 bin dolayında ölüm kaydedildi.
HIV salgını başta Güney Afrika olmak üzere sahra altı Afrika ülkeleri, Güney Amerika ülkeleri, Hindistan ve Tayland’da yaygın durumda. ABD’de HIV virüsü taşıyan 1 milyon 200 bin kişi var. Orta ve Doğu Avrupa’da ve Orta Asya’da HIV olguları giderek artıyor.
HIV tedavisinde etkili ilaçların geliştirilmesi salgının baskılanması için en önemli silah. Fakat yoksul ülkelerde (daha yaygın ve daha nazik ifadeyle düşük gelirli ülkelerde (low income countries – LIC) hastaların ilaçlara ulaşmaları oldukça zor. Hatta neredeyse imkansız. Bu ülkelerde uluslararası yardımlar olmadan salgının kontrol altına alınması mümkün değil.
HIV tedavisinde kullanımda olan ART’lerin (anti retroviral therapy) aylık maliyetleri oldukça yüksek. Mevcut ilaçların fiyatları arasında büyük farklar var. Örnek olarak ABD’de yaygın kullanılan ilaçlardan günlük alınan tablet formundaki Truvada’nın aylık tedavi için ortalama maliyeti yaklaşık 1.700 dolar.
Lamivudin (Epivir) ilacının aylık tedavi için maliyeti yaklaşık 400 dolar. Bir yıllık toplam maliyet tabii ki epey yüksek seviyelere çıkıyor. HIV tedavisinde enjeksiyon yöntemiyle uygulanan ve ayda bir tekrarlanması gereken Cabenuva adlı ilacın 4 mililitrelik tek ampulünün fiyatı 4.735 dolar. Yıllık toplam maliyet 56.820 dolar. TL’ye çevirirsek 2 milyon 160 bin TL’ye karşılık geliyor. Cabotegravir hem HIV’den korunmada hem tedavide kullanılıyor. Enjeksiyon formu ilk ayda iki doz, sonra iki ayda bir uygulanıyor. Ticari adı Apretude. Tek enjeksiyonun maliyeti 3.700 dolar. Yıllık kullanım bedeli 26 bin dolar tutuyor. Ağızdan günlük alınan ve riprivirin ile kombine formunun ticari adı Vocabria. Bir aylık tedavisinin maliyeti 1.600 Euro.
Yoksul ülkelerin bu bedelleri ödeyip yurttaşlarını tedavi etmeleri mümkün değil. Sorunun bir çözüm yolu ilaç fiyatlarının düşük tutulması ve bu sayede erişimin mümkün hale gelmesi. Diğer çözüm eşdeğer (jenerik) ilaçların üretilmesine ve daha az maliyetle yoksul hastaların kullanımına imkan sağlanması.
İlaç üreten şirketlerin patent hakları Dünya Ticaret Örgütü ve bu örgütün bünyesinde kurulan Ticarete İlişkin Entellektüel Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRİPS) tarafından korunuyor. Alınan bir ilaç patenti 20 yıl geçerli oluyor. Bu süre içinde söz konusu ilacın jeneriği, başka bir deyimle eşdeğeri başka şirketler tarafından üretilemiyor. Rekabet mümkün olmayınca ilaç fiyatları çok yüksek seviyelere çıkabiliyor.
İlaç şirketleri patentlerini uzun süre geçerli tutmanın bir yolunu bulmuşlar. Patentin dolmasına birkaç yıl kala bir araştırma yaptırılarak o ilacın başka bir hastalığın tedavisinde de etkili olduğu ilan ediliyor. Ya da asıl ilacın yanına ikinci bir molekül ekleniyor. Böylece mevcut ilaç yeni bir ilaç olarak kabul edilerek yeni bir patent veriliyor. Patent 20 yıl daha uzatılıyor. Aynı ilaç için ayrı ayrı üç-dört patent almak da mümkün. Patentlerin delinmesinin bu yöntemle engellenmesine patentin sürekli yeşil kalması anlamında “evergreen patent” (sonsuz yeşil – ölümsüz patent) deniyor.
İlaç üreten şirketlerin ticari haklarının korunması makul bir süre için kabul edilebilir. Fakat bu hakların ilaç fiyatlarının çok yüksek seviyelere çıkmasına sebep olduğu da bir gerçeklik. HIV olgularının çok fazla olduğu Güney Afrika ve Hindistan tedavinin çok pahalı olması nedeniyle çok ucuza mâl olacak eş değerlerini üretmek istediler. Fakat bu talep reddedildi. Milyonlarca hasta tedaviden yoksun bırakıldı.
İlaç üretimi tümüyle şirketlere bırakılmış durumda. Patent sürelerinin çok uzun tutulmasına gerekçe olarak yeni ilaç üretmenin büyük çapta harcamalarla mümkün olduğu gösteriliyor. Aslında çoğu durumda yüksek ücretlendirmeler sayesinde maliyetlerin çok kısa sürede karşılandığı görülebilir.
ART’lerin yüksek fiyatları yüzünden milyonlarca insanın tedaviye erişemedikleri için ölmeleri önlenemedi.
Önceleri tıp bilimindeki yeni buluşların motivasyonunu sağlayan, insanlığa hizmet etme hedefiydi. Louis Pasteur 1880’li yıllarda kuduz aşısını geliştirirken bireysel çıkar peşinde değildi. 1920’li yıllarda Fransız bilim insanları Albert Calmette ve Camille Guérin verem aşısını geliştirirlerken motivasyonlarını sağlayan zengin olmak değildi. Çocuk felci aşısının enjeksiyonla uygulanan formunu bulan Amerikalı bilim insanı Jones Salk ve ağızdan kullanılan alternatifini bulan Polonya kökenli Amerikalı Albert Bruce Sabin’in çabalarının itici gücü servet edinmek değil, insanlığa hizmet etme arzusu ve bilime olan bağlılıklarıydı.
İlaç üreticisi dev şirketler araştırma çalışmalarını sadece kendi olanakları ve bilgi birimiyle yürütmüyorlar. Kamu kaynaklarından da faydalanıyorlar. Kamu üniversiteleri ve kamu kurumlarıyla iş birliği yapıyorlar. Buluşların temelinde insanlığın yüzyıllardır oluşturduğu bilgi birikimi yatıyor. Yeni bir ilaç ortaya çıkarılırken yola sıfır noktasından çıkılmıyor. Bir benzetme yapılır, yeni ilaç tuğladan yapılmış bir duvara benzetilirse bu duvarın büyük bir bölümü önceden örülmüştür. Yapılan, tuğla katmanlarının son sırasını, hatta duruma göre son sıranın eksik tuğlalarını yerine oturtmaya benzetilebilir. Patenti alan şirket 20 yıl, 40 yıl ve daha uzun süreler tek üretici olarak kalır ve fiyatını da dilediği gibi arttırabilir.
Günümüzde milyonlarca HIV hastası çok pahalı anti retro viral (ARV) ilaçlara erişemiyor. Bunun sonucu doğal olarak salgının giderek büyümesidir. Bu durum ölümleri, işgücü kayıplarını arttıracak, salgını neredeyse durdurulamaz hale getirecektir.
Devletler silahlanmaya, kitle silah imha silahlarına, nükleer silahlara füzelere, ölümcül savaş uçaklarına, savaş gemilerine, denizaltılara trilyon dolarlar harcarken HIV hastalarının tedavisi için kaynak ayırmaktan kaçınıyorlar.
HIV salgını dünya ölçeğinde bir sorun olarak kabul edilmeli ve bu felaketle uluslararası işbirliğiyle mücadele edilmelidir.
Salgının yaygın olduğu bölgelerden Güney Amerika’nın doğal kaynakları ABD tarafından acımasızca sömürülmekte. Güney Amerika, ABD’nin arka bahçesi olarak görülür. Şirketlerin çıkarlarını korumak için Güney Amerika’da sayısız askeri darbe yapılmış, daha doğrusu yaptırılmıştır.
Eduardo Galeano’nun deyimiyle bu acılı kıtanın damarları kesilmiştir.
Latin Amerika’da yaygın bir söz var; “Amerika Birleşik Devletleri’nde darbe olmaz. Çünkü orada ABD elçisi yoktur.”
Bütün zenginlikleri yağmalanan insanlar kuzeye göç etmeye kalktıklarında önlerinde aşılmaz duvarlar bulurlar. İltica edebilenler ırkçı tepkilere maruz kalırlar.
Afrika’nın doğal kaynakları hem Avrupa hem ABD şirketleri tarafından acımasızca yağmalanıyor. Güney Afrika’nın bütün değerli taşları, altın madenlerinden çıkarılan altınların tamamı Avrupa’ya taşınıyor.
Elektronik sanayiinde kullanılan çok değerli eser elementler Afrika’ya hiçbir artı değer bırakmadan sökülüp alınıyor. Madenlerde günlük iki dolar karşılığı çocuk işçiler çalıştırılıyor.
Çok sayıda nükleer enerjiye dayalı elektrik santralları olan ve temiz enerji üretiminde önde olmakla övünen Fransa bu santrallar için gerekli uranyumu Afrika’dan çıkarıyor. Bu nükleer madde madenciliğinin Afrika’ya neredeyse hiçbir getirisi yok. Fakat bencillik bu kadarla da bitmiyor. Elektrik üretiminden geriye kalan ve çevre için çok tehlike oluşturan nükleer atıkları da hiç üşenmeden götürüp Afrika’ya gömüyorlar. Afrika’dan koparılan bir değer yine Afrika’ya dönmüş gibi oluyor. Bu defa radyasyon biçiminde. Böyle durumlar için dilimizde yaygın kullanılan bir söz var; “sıfıra sıfır, elde var sıfır.” Fakat Afrika halklarının başına gelen bundan farklı. Sonuç için “sıfıra sıfır, elde var eksi” demek gerçeğe daha uygun olur.
Afrika açlıkla boğuşurken binlerce hektar değerli, bitek araziler 49 yıllığına, 99 yıllığına gülünç bedellerle yabancı şirketlere kiralanıyor. Yeni iş alanları açma ve istihdam yaratma vaadinde bulunan şirketler yerli halka iş bulmak bir yana onları bölgeden kovuyorlar. Ayrılmamak için direnenlerin icabına kiralık silahlı çeteler bakıyor. Artık bir ülkenin topraklarına el koymak için savaşmaya gerek kalmadı. Zenginler ve şirketler internet üzerinden o ülkeye gitmeden, internet üstünden arazilere el koyabiliyorlar. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” mantığı.
Gerektiğinde nehirlerin yatakları değiştiriliyor. Açlığa çare olacak buğday, mısır ve pirinç yerine kakao, şeker kamışı ve soya gibi ticari ürünler yetiştiriliyor. Endüstriyel hayvancılık için yem, endüstriyel gıdalar için soya yağı, güya temiz enerji kabul edilen biyoyakıt üretiliyor. Arabaları doyurmak insanları doyurmaktan daha öncelikli. Bir SUV aracın akaryakıt deposunu bir defa, orta büyüklükteki bir arabanın deposunu iki defa biyoyakıtla doldurmaya yetecek miktarda mısır bir insanı 365 gün besleyebilecekken ve açlık bir gerçeklikken.
Neoliberal politikalar dünya çapında uygulamaya konulurken dünyanın bir küresel köye dönüşeceği söylemi yaygındı. Bu söylem bir açıdan gerçek oldu. Ulusötesi şirketler her istedikleri yere istedikleri zaman girip, her istediklerini yapabiliyorlar. Fakat küresel köyün yoksulları için durum çok farklı. Onların zengin mahallerine gitmeleri yasak. Bunu denediklerinde ya denizde boğuluyor ya kamplara kapatılıyorlar.
Hitler döneminde Nazi Almanya’sında ikinci dünya savaşından önce bir tren kazası olur. İktidar yanlısı bir gazete haberi şöyle verir; “Dün yaşanan büyük tren kazasında yüzlerce yolcu öldü. Tek tesellimiz ölenlerin çoğunun üçüncü mevki yolcuları olmasıdır.”
Günümüz dünyasının üçüncü mevki yolcuları Güney Amerika’nın, Afrika’nın, Hindistan’ın yoksul yurttaşları. Zengin kuzeyin ölen milyonlarca yoksul için kaygı duymasını beklemek aşırı iyimserlik olur.
Trump’un başkan seçildikten sonra yaptığı ilk toplantının konusu 1961’de John F. Kennedy’nin kurduğu ABD Uluslararası Kalkınma Vakfı’nın (USAID) kaldırılmasıydı. Vakfın faaliyet alanında yoksul ülkelere insani yardım yapmak da vardı.
HIV salgınıyla mücadeleye de belli miktarda destek sağlanıyordu. Yıllık bütçesi ABD bütçesinin yüzde 1’inde az olan vakıfın 10 bin çalışanı var. Çalışanların üçte ikisi ABD dışında. Tabii ki Trump’ın Hükümet Verimliliği Sekreterliği’ne atadığı Elon Musk da Trump’la aynı görüşte. Trump vakıf yöneticilerine “hırsızlar” dedi. Elon Musk da vakfı “suç örgütü” ilan etti. Washington ofisi kapatıldı. Çalışanlar dışarı atıldı. Yurt dışı ofisler de lâğvedilecek.
Bu girişim yoksul ülkelerdeki HIV hastalarının yoksunluklarını daha da artıracak, tedaviye erişmelerini daha da güçleştirecektir.
Dünya ölçeğinde yaygınlaşan ölümcül bir salgın dünya çapında, ortaklaşa bir mücadeleyi gerektiriyor. Ne yazık ki ulusötesi şirketlerin çıkarları yaşam hakkı dahil insan haklarından önce geliyor.
Trump ABD’nin güney sınırına duvar örüyor. Çok tuhaf bir duvar bu. Kuzeyden güneye geçişi hiç engellemiyor. Güneyden kuzeye demir, bakır, elmas, yakut, zümrüt petrol, altın, Amazon ormanlarından kesilen keresteler kolayca geçiyor. Fakat Meksikalılar ve Güney Amerika ülkeleri halklarından insanlar geçemiyorlar.
Faydalanılan kaynaklar:
- Nall, Rachel. The Cost of HIV Treatment. Healthline, 24 Nisan 2020.
- How Patents Affect Access to HIV Treatment. Frontline AIDS, 2 Ekim 2019, 04:32.
- Patents, Prices and Patients: The Example of HIV/AIDS. Médecins Sans Frontières (MSF), 1 Mayıs 2002.
- Nigeria and Kenya Among Nations Running Out of HIV Drugs – WHO. BBC, 18 Mart 2025.
- Collier, Roger. Drug Patents: The Evergreening Problem. PMC, ncbi.nlm.nih.gov.
- Zandt, Florian. The Companies Making the Most Money with HIV/AIDS Drugs. Statista, 24 Temmuz 2024.