Öykü: Şeytan Uçurtmalarına Takılmış Umutlar

Gündem

Ben isterim ki
Bulutlar ağlasın
Çocuklar ağlamasın.
Silahların kesilsin sesi
Ben isterim ki,
Yangınlar sönsün,
Umutlar sönmesin.*

Cırcır böceklerinin çok sesli korosuna memleketlerinden zaten alışkındılar. Yazın ortasında hüngür hüngür ağlamış bulutlardan sonra pek neşeliydi aslında koro. Denizin dalgası bile zor işitiliyordu şarkılardan. Kesif çam kokusu biraz rahatlatsa da kadını, Hürriyete Doğru yolculuk için kaygılıydı. Umutlarını yeşertmeye çalışıyordu ama başardığı söylenemezdi. Bir yandan da içindeki endişeyi çocuklarından gizlemeye çabalıyordu.

Ay’ın önüne geçecek bulutların ortalığı daha da karartmasını bekliyorlardı. Kadının üç oğlu da yanındaydı ama yüreği söz dinlemiyordu bir türlü.

“Gelin bakayım çocuklar yanıma. Size anlatacaklarımı can kulağıyla dinleyin. Sözlerimden asla dışarı çıkmayın. Gemiye bindiğimizde elimi bırakmayın. Birbirinizin elini de. Şu karşıda ışıklarını gördüğünüz adaya geçtik mi tamamdır. Sonrası kolay. Anladınız beni değil mi?”

En küçük oğlan, “Anne sen yüzme biliyor musun?” diye sordu.

Çocuklarına yalan söylemenin sızısını, gecenin yardımıyla bakışlarında gizleyerek, “Bilmem mi hiç. Ben de, baban da biliyoruz. Hiç meraklanmayın,” diye yanıtladı.

“Karnındaki kardeşim peki?”

“Ben onunla yüzerim, yüreği güzel oğlum benim. Korkma e mi? Hiçbiriniz korkmayın. Hep birlikte sağ salim geçeceğiz gemiyle karşı adaya.”

“Anne yukarıdaki bulutlar da bizle gelecek mi? Uçurtma uçurabilecek miyim gittiğimiz yerde?”

“Hem de hepsi bizimle gelecek bulutların. Sana şeytan uçurtması yapacağım her istediğinde. Söz! Aaa bakın çocuklar şurada ateşböcekleri uçuşuyor. Bu iyiye işaret. Bize uğur getirecekler. Korkmayın sakın.”

Eliyle işaret ederek, “Bakın gördünüz değil mi? Bakın, bakın,” dedi.

Üç yaşındaki küçük oğlan takıldı ateşböceklerinin peşine, onlarla zıplayıp hoplayarak oyuna daldı. Kadın, Uykusu da gelmedi bu çocuğun, zıplayıp durur hâlâ, neyse gemide uyuması daha iyi, dedi.

Dokuzundaki büyük olan, annesinin serinletici konuşmasından ikna olmamış; “Yalan söyleme anacığım,” der gibi bakıyordu kadının gözlerine. Ortanca oğlan zaten pek saftı. Annesinin tembihlediklerini eksiksiz yerine getirmenin derdiyle uğraşıyor, ağabeyinin eline şimdiden sımsıkı yapışmış bırakmıyordu.

Gece ilerlemiş, gemi hâlâ gelmemişti. Ay bile gemiyi davet edercesine bulutların ardına geçmişti. On yedi kişi merakla geleceklerini inşa edecek geminin bulundukları kıyıya yanaşması için bekleşiyorlardı.

Etraflarını kontrol ede ede birkaç adam karadan yanlarına yaklaştı. Ellerinde bir pompa, küçük bir motor ve plastik botla… Denizden gelmemeleri şaşırttı kadını. Botu görünce yüreği, göğüs kafesini dövmeye başladı: Nasıl sığacaktı bu kadar kişi bu küçücük bota? Tanrım bize yardım et!

Kadının tüm derdi çocuklarıydı. Kendini aklına bile getirmiyordu. Bot şişirilip motor takıldıktan sonra geminin boyutlarını gören küçük oğlan, “Anneee, bu gemi daha önce gördüklerimize hiç benzemiyor, buna mı bineceğiz?” dedi.

“Güzel oğlum, o kendini bot zanneden bir gemi. Şimdi bizi bir hızla Sevdalı Bulut gibi götürecek karşı adaya. Bak geminin güvertesinde oturma yerleri var, görebiliyor musun?”

Oğlan görmüş gibi başını salladı. Kadın, Kral Çıplak masalını her gün anlattıran küçük oğlunu inandıramayacağını düşünmüştü oysa. Oğlunun uykusuzluğuna ve yorgunluğuna verdi. Duruma bir yandan da sevindi. Sonra kendini, olmayan kumaştan krala elbise diken üçkâğıtçı terzilere benzetti. İçine ılık ılık bir acı yayıldı. “Tanrım çocuklarımı koru, beni affet. Affet beni Tanrım.”

Annesinin hâlinden ve davranışlarından bir şeylerin yolunda olmadığını sezen ağabey, bu durumu bozuntuya vermiyor, yiğit bir erkekmiş gibi kardeşlerine sahip çıkmaya ve annesine destek olmaya çalışıyordu. Kadın, oğlunun kulağına eğilip cesaretinden dolayı onu kutladı, yardımı için teşekkür etti. Ortancayı pek kayırmıyordu. Ne olup bittiğini nasılsa anlamayıp her şeyi oyun sanacaktı. Asıl üç yaşındaki körpesi için üzülüyordu. O daha yolun çok başındaydı. Küçük yaşına rağmen akıllıca sorular soruyor, doğru yanıtları alabilmek adına annesini hep zorluyordu. Bu durum kadının pek hoşuna gidiyordu. Arada sırada, Bu küçük oğlanı öbürlerinden daha çok mu seviyorum acaba? diye aklından geçiriyor, sonra sevgisinin adil olduğuna kanaat ediyordu.

Koşulları nedeniyle yalanlar söyleyerek oyun oynamaktan başka çaresi yoktu. Üstelik çocuklarına gerçeklikten uzak, uydurma cümlelerle umut aşılamanın ezikliği içindeydi. Hayal meyal ışıkları görünen adaya, sapasağlam çıkma ihtimallerinin de az olduğunu anlamıştı.

“Şimdi bu Sessiz Gemi’ye binme vakti. Hadi bakalım, söylediklerimi sakın unutmayın tamam mı? Buraya gelirken yolda gördüğümüz turnaları hatırlayın. Nasıl da birbirlerine destek vererek uçuyorlar, bizim gibi başka memleketlere göçüyorlardı. Yeni yuvalar kuracaklardı. Hatırladınız değil mi? Şimdi turnaların yaptığını yapma sırası bizde. Göreyim sizi çocuklar, göreyim sizi.”

Bunları söylerken bir yandan da Tanrıya yalvarıyordu. “Tanrım çocuklarımı koru, çocuklarımı koru Tanrım!” Bulutlardan kurtulan ayışığı yanaklarına süzülen gözyaşlarının parlamasına neden oldu. En küçük oğlan, “Anne ağlıyor musun sen?” diye sordu.

“Yok oğlum, nereden çıkarıyorsun ağladığımı? Uykum geldi, esnedim, o yüzden güzel yavrum, o yüzden.”

Çocuklarla beraber herkesin bota binme vakti geldi. Kadının ayakları geri geri gidiyor, kocasının gözlerine bakıp binmeyelim diye âdeta yalvarıyordu.

Adamsa çocuklarının geleceğinin bu yolculuğa bağlı olduğunu hatta onların ufuktaki güzel günlerini satın aldığını düşünüyordu. Tüm sermayesini de bu umuda yatırdığı için karşılığını almak istiyordu. Tabii ki kaygılıydı ama umudu daha baskındı. Savaşın yaşanmadığı, çocukların öldürülmediği topraklara ulaşmaktı tek hayali. Bunu gerçekleştirmek amacıyla da elinden geleni yapmış, aile bütçesinin küçük bir kısmını gidecekleri yere ayırarak kalanın hepsini bu adamlara vermişti. Karafaki rayihalı adamlarınsa parayı nerelere harcadıkları kokularından anlaşılıyordu.

Bekleşenlerin hepsi taş çatlasın yedi kişilik külhan bota can yelekleri olmadan bindirildiler. Kadın, büyük ve ortanca oğlunu kocasının kucağına verdi. En küçüğe seslenip, elinden tutarak, “Aylan, Aylan, sen benim kucağıma gel. Uykun geldi. Biraz uyursun,” dedi.

“Anne, kardeşimden sığamam ki kucağına?”

“Gel sen, gel. Ben kollarımla ayarlayacağım meraklanma. Kapat gözlerini bakiim. Yorgunluktan öldün. Hâlâ oyunda gözün!”

Aylan daha annesinin koluna başını koyar koymaz uykuya dalıverdi.

Cırcır böcekleri, güneşin yakıcı sıcağını yine çok sesli koroyla savuşturmaya çalışıyordu. Aylan yüzüstü kumsalda yatıyor, sahile vuran dalgalarla hafif hafif hareket ediyordu. Masum gülümsemesi tüm yüzünü kaplamıştı. Üzerindeki kırmızı tişörtü olmasa, hiç kimse kıyıya vurduğunu bile anlayamayacaktı. Annesi ve ağabeyleri de Aylan gibi Sessiz Gemi’ye binerek yıldızlara doğru öylece kayıverdiler.

Kadın da yaşamdan koparılmıştı ama bir türlü ayrılamıyordu Aylan’ın başından. Milyonları öldürmekle bir çocuğu üzmek aynı şeydir, deyip duruyordu çocuğunun yanında. “Ah ölüm, zalim ölüm, zaten sonunda maçı sen alacaktın, ne acelen vardı?” diye yakarırken birden Sevdalı Bulut, üzerinde dolanmaya başladı. Ney ülkesinden getirdiği Derviş’e neyini üfletti. Derviş üfler üflemez, Aylan neyden fırlayıp annesinin kucağına kuruldu. Diğer oğullarını da yanına istedi kadın. Derviş üfleyerek onları da el ele yanı başlarına kondurdu.

Etraflarında topraktan filizlenen onlarca mezar taşı belirdi. Kiminde barış, kiminde özgürlük, kiminde umut, kiminde eşitlik, kiminde kardeşlik, kimindeyse insanlık yazıyordu. Tüm tebessümler miadını doldurdu. Ardı sıra gökten beş elma düştü.

Gönül Malat

*Ben İsterim ki, Resul Rıza şiiri

1 thought on “Öykü: Şeytan Uçurtmalarına Takılmış Umutlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.