Ayşe Uğurlu
Bu sayımızda Dr. Nihat Bulut ile bir söyleşi yaptık. Dr. Nihat Bulut hem insanlığı ve hekimliği hem de insan hakları mücadelesindeki kararlılığı ile uzun yıllardır tanıdığımız, sözünü her daim söylemekten çekinmeyen, ilkeli ve mütevazı kişiliği ile saygın bir isim. Onu ve ilginç hayat hikayesini kısa da olsa Tıp Dünyası Dergisi üzerinden de tanıtmak istedik.
Merhaba Nihat Abi. Uzun yıllardır seni Ankara Tabip Odasından tanıyorum. İyi hekimliğinin yanı sıra 68’li yıllar ve sonrasında 12 Eylül döneminde yaşadıkların da sende mutlaka bir iz bıraktı. Bizler seni çok iyi tanıyoruz.
Bize neler anlatmak istersin? Doğum yerin Sarıkamış’tan başlayalım mı?
Teşekkür ederim Ayşe. Bu tür söyleşileri hak eden birçok hekim arkadaşımız var. Ben Mersin’de hekim olarak çalışırken ablan Nuray ile İçel Tabip Odası ve insan hakları alanında birlikte mücadele ederken seni tanıma fırsatını bulmuştum. 2016 yılından beri de Ankara’da aynı alanlarda birlikte mücadele ediyoruz. Bu nedenle aklına ilk benim gelmem doğal. Bu nedenle ilk benimle söyleşiye katılmana itiraz etmiyorum.
Sen; Sarıkamış’tan başla dediğine göre babam Medet’in (Cuka Medet) Türkiye’ye gelişinden başlamak istiyorum. Babam kayıtlara ve kendi anlatımına göre 1908 yılında Kafkasya’da bir yerde doğmuş. Ermeni tehcirinin yaşandığı 1915 yılında, sadece annesi ile birlikte göç ederek Kars’ın Çıldır’ın ilçesine yerleşmiş. Anası “hizmetkarlık” yapmaya başlamış. Diğer kardeşlerinden haberi yok. Soyadı kanunu çıktıktan sonra diğerleri de Türkiye’ye gelmiş ve her biri ayrı bir soyadı almış. Yıllar sonra buluşmuşlar. Ağabeyi Muğdat; Kars’ın başka bir ilçesine yerleşmiş ve burası bir Kürt köyü. Kendisi ile tanıştığımda anadili gibi Kürtçe konuşuyordu. Diğer bir kardeşi Feyyaz Bolut ise Adana’ya yerleşiyor. Muğdat Yıldırım ve Feyyaz Bolut’un torunları ile halen görüşüyorum.
Gel zaman git zaman Cuka Medet, Çıldır’dan ayrılıyor ve Kars’ın diğer bir ilçesi Sarıkamış’ta yaşamaya başlıyor. Anam Altun (Altun Garı/Altun Sırmagül) 1921 doğumlu, çocuk yaşta, çocuk gelin olarak Cuka Medet ile evlendiriliyor. Yıllar içinde anamın 10 çocuğu oluyor. Bunlardan dördü daha bebekken ölüyor, nedeni bilinmiyor.
Bunlar; İbrahim, İbat, Nihat, Suat, Nebahat, Talat. Kardeşim İbat; 15 yaşında iken kalp romatizmasından hayatını kaybetti. Ölümüne bizzat tanık oldum ne yazık ki…
Nebahat ve Talat’ın doğumlarına da bizzat tanık oldum. Sarıkamış İstasyon Mahallesi’ndeki evimiz; ortasındaki bir holün yanlarında iki odanın ve holden çok geniş bir ahıra açılan bir evdi. Ben genellikle bu holde kapının önünde uyurdum. Bir sabah annem önde, arkada ağabeyim İbrahim, ahırdaki hayvan dışkısını tezek yapmak için dışarı taşırken “tejgere” (üstü ve bir yan tarafı açık 10 cm yüksekliğinde) denen aparata dolduruyorlardı. Bir ara anam ön kollarından tuttuğu tejgereyi bıraktı ve saniyeler içinde bebek sesi duydum. Ebelik de yapan anneannem (nenem) gelip doğum olayını tamamladı. Böylece kız kardeşim Nebahat doğmuş oldu. Nebahat büyüdü Paris’e yerleşti, 2 yıl önce hayatını kaybetti. Datça’da Can Yücel’n mezarına yakın bir yere defnettik onu.
Anam sağdaki odada uyurdu. Bir sabah “Nahat goş, Neneni çağır (anam bana Nahat derdi)” dedi.
Nenem daha gelmeden Talat doğdu. 23 Mart 1956’da nüfusa kaydedildi.
Benden küçük kardeşim Suat ile ilgili bir anımı da aktarmak istiyorum. Ben 5-6 yaşlarındayım, bir akşam benden 2 yaş küçük olan kardeşim Suat öldü diye çenesini bağlayıp sekinin üzerine bıraktılar. Ertesi gün gömülecekti. Sabah uyandığımızda Suat kımıldıyordu. Hemen çenesi açıldı, kucağa alındı, Fakat Suat da pek hareket yoktu ve Suat o günden sonra 7 yaşına kadar yürümedi ve konuşmadı. 7 yaşından sonra okula götürülüp, getirildi ama ilkokulu bitiremedi. Epilepsili olarak yaşamını sürdürdü. Anam maalesef bana haber vermeden Suat’ı bir akrabamızla evlendirmiş. Suat’ın iki çocuğu oldu. 20 yıl önce bir epilepsi nöbetinde bir yerde sıkışıp öldü. Benim şimdiki değerlendirmeme göre çenesi bağlandığı gece meningoansefalit geçirmişti.
Babam Cuka Medet; devlet demir yollarında memur olarak göreve başlamış. Her gün Sarıkamış’tan hareket ederek doğuya doğru 10 kilometre yürüyerek gider ve geri dönermiş. Rayları birbirine bağlayan sistemi kontrol ederdi.
Çok dürüst bir insandı, bir gece “ray çalan” birini yakalayıp teslim ettiği için cezalandırılmıştı (Örneğini çok yaşadığımız günümüzü hatırlatıyor). Bir ara Sarıkamış ile Erzurum’un Horasan İlçesi arasında, trenin ihtiyaç olursa durduğu, bir yol bekçisi bir de hareket memuru ve 2 lojmanın olduğu istasyona tayini çıkmış. Bir gece anamın sancısı tutmuş, gece yarısından sonra kendi kendine nur topu gibi bir bebek doğurmuş. Tarih 05.01.1946. O benim işte. Sabah uyanıp baktığında sağ bileğimin çıkık olduğunu görmüş ve hemen iki tahta parçasını alıp önden ve arkadan düz koyarak bağlamış, bir hafta sonra açtığında el bileğim normal görünümde imiş.

Araya gireyim Nihat Abi. O yıllar hakikaten öncelikle savaşların yarattığı yokluk, fakirlik yılları. Ve Anadolu’nun her yerinde anlattığın hikayenin benzeri ve belki de daha kötüsü yaşandı. Gerçek olamayacak kadar sıra dışı ne yazık ki. Yine de yokluk Anadolu insanın eğitim görmesine engel olamadı. Devam edelim. Okul yaşamın nasıl başladı?
Gelelim okul yaşamıma. Sarıkamış İstasyon Mahallesi’nde müdürü Recep Bey olan Halit Paşa İlkokulu vardı. Babam Eylül 1954’te elimden tutarak ilkokula kaydettirmeye götürdü. Recep Hoca; babama “Medet Çavuş, oğlum daha küçük seneye getir kayıt yapalım” dedi.
Bir yıl sonra gittik kayıt edildim. Böylece sekiz yaş dokuz aylık iken ilk okula başlamış oldum. Böylece ilkokulu 1959 yılında bitirdim. Müzik dersinden bir türkü okuyarak (tren gelir, hoş gelir, odaları boş gelir) geçtim. Coğrafya dersinde ise atlasta görülen denizdeki mavi renklerin ne anlama geldiği sorusuna “en açık mavi rengin dayaz (Azerice: sığ, derinliği çok az olan yer) olarak yanıt vermiştim. O yörenin insanı olan öğretmenler ne demek istediğimi anlamışlardı. Aynı yıl Erzurum’a taşındık, Erzurum Erkek Ortaokulu’na kayıt ettirildim.
27 Mayıs ihtilalini evde karşılamıştık. İzmir’den sabah 07.00’de dayıoğlu gelmişti ve erken uyanmıştık. Radyoyu açtığımızda Alparslan Türkeş’in o gür sesi ile karşılaşmış ve halay çekmiştik.
Ortaokulu bitirdiğim yaz; Ziraat Fakültesi’nin pancar tarlasında işçi olarak çalışmaya başlamıştım. Her molada akarsuda yıkanırdık. Sonuçta tifo oldum, muhtemelen halüsinasyon görmeye başladığım bir dönemde hastaneye yatırılmışım, 10 gün kadar sonra uyandığımda diğer hastalar “gidiyordun, hadi geçmiş olsun” demişlerdi.
Liseye de Erzurum’da başladım. İkinci sınıfa geçtiğimde ağabeyimin tayininin Samsun’a çıkması nedeniyle, TCDD yolların memurlarına göç ederken tahsis ettikleri vagona eşyalarımızı yüklemenin dışında ana-baba ile birlikte dört kardeş de kendimize trende yer ayırtmıştık. Gaz lambasını ben taşıyordum. Sallantıdan olacak, gaz üzerime dökülmüştü ve derim yanmıştı.
Samsun’a vardığımızda tayinimizin yapıldığı beldede kiralık ev bulamamıştık. Zorunlu olarak vagonda yaşamıştık. Tuvalet ihtiyacımızı karşıdaki tarlada gideriyorduk. Sonunda tahtadan yapılmış, 2 katlı kiralık evimize kavuşmuştuk. Ben de merkezdeki Samsun 19 Mayıs Lisesi’ne kaydedilmiştim. İlk tanıştığım sınıf arkadaşım Yılmaz Batıbay idi. Hemen hemen her teneffüste bana mandalina ısmarlardı, ailece de görüşmeye başlamıştık. Lisede fen sınıfında idim. 1965 yılında liseden mezun oldum. O zamanki üniversite yerleştirme sınavlarına girdim.
Aynı yıl ağabeyim İstanbul’da askerlik yapıyordu. Beni de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik bölümüne kaydettirdi. İstanbul’a gittiğimde puanımın tıp fakültesini de tuttuğunu öğrendim. 1966 yılında yeniden sınava girdim ve o yıl tercih sistemi başlamıştı. Tüm tercihlerimi tıp fakültesi olarak yaptım. Yedekten Hacettepe Tıp Fakültesini kazandım.
Hacettepe’de; ilk yıl İngilizce hazırlık okutuluyordu. Bir yıl süreyle ABD’den gönderilen (kitapları ile birlikte) hiç Türkçe bilmeyen barış gönüllülerinin verdiği eğitim sonrası sertifika veriliyordu. Bu nedenle tıp fakültesi yedi yıla çıkıyordu. Böylece devlet dairelerinde göreve 9. dereceden değil 8. dereceden başlanıyordu.
Hem o zamanki koşullar hem de özel nedenlerden dolayı 1966 yılında girdiğim Hacettepe savaşından 10 yılda çıktım (1966 giriş/1976 mezuniyet).
Mezuniyet törenine katılmadan 01.06.1976 tarihinde hak olarak tanınan 4 aylık kısa dönem askerlik yapmak için Kütahya’ya gittim. Askerlik bittikten sonra Aralık 1976’da Sağlık Bakanlığı Ankara Sağlık Müdürlüğü Merkez Hükümet Tabipliği’nde göreve başladım. Memuriyete başlamadan önce tabip odasına kayıt zorunluluğu vardı. Çalıştığım yer; Sıhhıye’deki Ankara Tabip Odasına çok yakındı. Kayıt yaptırdım ve haftalık toplantılarına sık sık gitmeye başladım.

Bundan sonrası nasıl gelişti? Asistanlık ile ilgili isteklerin oldu mu?
Asistanlığa başvurunun son günü. Ben bu arada Ankara’da İl Sağlık Müdürlüğüne vekalet etmekteyim, o gün de ilçelere kontrol gezim var. Birlikte çalıştığımız sevgili arkadaşım Dr. İhsan Över’den “dahiliye için, yok dahiliye olmuyorsa enfeksiyon hastalıkları için benim için başvurur musun” diye ricada bulundum. Enfeksiyon hastalıkları ihtisasına başlamış oldum böylece.
O dönemki Ankara Tabip Odası (ATO) ile ilgili anılarından bahseder misin biraz?
Tabip odasında katıldığım ilk toplantıda yedek subay elbisesi ile hemen dikkatimi çeken ve hemen ilişkiye geçtiğim kişi canım-ciğerim Dr. Ata Soyer oldu. Ata ile sık sık görüşür olduk. Diyarbakır’a gittikten sonra bana xalo (dayı) demeye başladı. Ata aynı zamanda siyasi örgütlenme çalışmalarına başlamıştı. Ankara’da çeşitli fakültelerden öğrenciden oluşan ortalama 15 kişilik grup ile her 15 günde bir evde toplanıyor ve her birimize bir konu veriliyor ve sunum yapıyorduk.
1980 yılı yazında Avşa adasına gezmeye gitmiştik. Bana sunum yapmak için “diyalektik materyalizm” konusu verilmişti. Avşa adasından döndükten sonra 12 Eylül darbesi oldu. Biz de dağıldık maalesef.
Asistanlık demiştin Nihat Abi.
Asistanlığa Ankara Numune Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde başladım. Klinik şefimiz Dr. Ümran Sipahioğlu idi. Her sabah vizitte Ümran Hanım’ın sorularına yanıt veremediğim için uyarılırdım. Ama uzmanlık sınavında çok başarılı olmam nedeniyle sınav sonrası sarılarak beni kutlamıştı.
Asistanlık sınavı bitmeden önce iki enfeksiyoncu ve bir radyolog arkadaşla kaçak olarak Ankara Sokullu civarında muayene açmıştık. Maddi anlamda ihtiyacım olduğu için muayenehaneye daha çok ben gidiyordum.
Bir süre sonra zarar etmeğe başladığımı anlayınca kapatmaya karar verdim. Ümran Sipahioğlu’nun bu girişimden hiç haberi olmadı.
Nihat Abi asistanlıkta ne gibi zorluklar yaşadın?
Asistanken Ankara Adliyesi’nde akşamları ve hafta sonları nöbet tutuyordum. Bir gece nöbetinde gönderilen bir Pol-Der’li polise alkolsüz raporu verdiğim için Sağlık Bakanı Dr. Mete Tan tarafından İstanbul’a sürgün edilmem istenmişti. O zaman Dr. Turhan Temuçin; Numune Hastanesi başhekimiydi. Dr. Turhan Temuçin tarafından sürgün önlenmiş oldu.
Daha sonraki yıllarda Dr. Turhan Temuçin Sağlık Bakanlığı Personel Genel Müdürü oldu. Genel Müdürlük personeli için dönem değişmişti. Solcu olduğunu söyleyenler, dosyamı kendisine sunmuş ve sürgün edilmem gerektiğini savunmuşlar.
Dr. Turhan Temuçin benim Ankara Kalecik ilçesine sürgünümü imzaladı. 6 ay Kalecik ilçesine gittim geldim. Ancak 6 ay sonra Ankara İl Sağlık Müdürlüğüne atamam yapılabildi.
Diğer bir sürgünüm Eskişehir Sivrihisar ilçesinedir. İlçeye gittim. Sürgün olarak orada bulunan kaymakam tarafından 20 gün rapor alındı, raporu kullandım. Danıştay tarafından sürgün iptal edildi.
Diğer bir sürgünüm ise daha sonraları, Ankara’da vali muavini ile tartışmam nedeniyle “Doğu ve Güneydoğu’da çalışamaz” görüşü nedeniyle Gümüşhane’ye sürgün edilmiştim. Gümüşhane’ye gittim. Rapor alamadığım için Ankara’ya döndüm ve memuriyetten istifa ettim.
Siyasi çalışmaların ilgili olarak ne gibi zorluklar yaşadın, biraz da bunlardan bahsedebilir misin?
İlk gözaltına alınmam Ankara’da bir 29 Ekim tarihinde oldu. Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafında, tuvalet kokusunun çok yoğun olduğu, hayat kadınlarının da bulunduğu bir nezarethane idi. 3 gün kaldım burada. Sonra beni Dışkapı’daki gözaltı koğuşuna naklettiler. Burada 1 ayı tamamladım. Molalarda dışarı çıktığımızda bitişikteki kadın koğuşunda Behice Boran ve arkadaşlarını görüyorduk.
Daha sonraları ise 1984 yılı Nisan ayında, Türkiye Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü’ne (TKKKÖ) yönelik Diyarbakır, Mardin, Kızıltepe, Antep, Bitlis illerini kapsayan geniş çaplı bir operasyon düzenlendi. Ben de bu kapsamda gözaltına alındım, toplam 70 gün gözaltında kaldım. Gözaltında benim de içinde olduğum 7-8 doktor arkadaş vardı. Polis ve MİT’in uzun takibi sonucu operasyon yapıldığı anlaşılıyordu. Gözaltı sürecinde beni de örgüt üyesi olmakla suçluyor ve bu nedenle herkese uygulanan işkencenin bir benzerini (kaba dayak, elektrik, askı vb.) bana da uyguluyorlardı. Özellikle elektrik verildiğinde bağırtılarımı duyan gözaltında iki kadın doktor arkadaş bu duruma isyan ettiler.
Bir akşam, beni ve gözaltındaki diğer doktor arkadaşı telaşla uyandırdılar. İşkence gören bir arkadaşımızı ölmüş gibi uzatmışlar ve bizden işkence gören arkadaşımızın durumuna bakmamızı istemişlerdi. Biz de acilen hastaneye götürülmesi gerektiğini söylediğimizde pek memnun olmamışlardı.
Bir gece Diyarbakır dışından gözaltı için altı asker getirmişlerdi, gece bizlere kolaylık gösteren görevli de nöbetçi idi. O ortamda o altı asker tahta üzerinde tempo tutmuşlar ve ben Şeyh Şamil (Kafkas halk oyunu) oynamıştım. Ertesi sabah askerleri götürmüşlerdi. 20 günlük sorgu sonrası, diğer sorgulananları da beklemek için bizi bir yere götürdüler. Ve sonrasında topluca mahkemeye çıkarıldık, gözaltı süresi 90 gün idi. 3 ay bitmeden serbest bıraktılar, gizli örgüt ile bağlantım olmadığından yargılanmama gerek olmadığına karar verilmişti.
Diyarbakır’da gözaltına alınanlar; insanlık dışı işkencelere maruz kalıyordu, ben ve diğer arkadaşlar da bu insanlık dışı işkence sürecini yaşamış olduk maalesef.
Nihat Abi, daha sonraki dönemlerde tabip odaları ve TTB ya da dernek ve vakıflar üzerinden ne gibi çalışmaların oldu?
İlk olarak 1988 tarihinde Diyarbakır-Mardin Tabip Odası yönetim kurulunda görev aldım. O günlerde maalesef Halepçe Katliamını yaşadık. Aynı yıl yapılan TTB Büyük Kongresi’nde bu katliamı kınamak için önerge verilmişti. Sanırım delegelerin yemek için dışarı çıktığı bir zamanda oylama yapıldı. Ve 19/18 veya 18/17 gibi bir oyla önerge reddedildi. Büyük bir dikkatsizlik ve ihmal idi.
1988 yılında Diyarbakır’dan ayrılıp Mersin’e yerleştim. Mersin’de 1990 yapılan tabip odası seçimlerinde Çağdaş Hekim adlı liste ile seçimlere katıldım. Çağdaş Hekimler listesinden arkadaşlar benim 3K (Kızılbaş/Kürt/komünist) olduğumu söyleyerek gruptan ayrıldılar.
Seçimden bir süre sonra seçimi kazanan gruptan bir kişinin ayrılması sonucu ben yönetim kuruluna yedekten girmiş oldum. Gayet uyum içinde çalıştık.
Ankara’ya geldikten sonra yine Ankara Tabip Odası Çağdaş Hekim grubu ile birlikte hareket ettim. Tabip odası komisyonlarında çalıştım. Kısa süre öncesine kadar Çağdaş Hekim Grubu Yürütme Kurulunda görev yapıyordum.
TTB Büyük Kongrelerine sağlık sorunum olduğu zamanların dışında delege olup olmamaya bakmaksızın katılmışımdır. Mersin’de yaşadığım süre içerisinde 1992-1994/ 1994-1996 ve 1998-2000 yıllarında üç dönem yani altı yıl TTB Yüksek Onur Kurulu üyeliği, 2006 / 2007/ 2008 /2010 yıllarında TTB Etik Kurulu Üyeliği yaptım. 2020/2024 döneminde TTB Denetleme Kuruluna seçildim.
2001 yılında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) Kurucular Kurulu’na seçildim. Gerektiğinde çalışmalara katılanlardan belirli zamanlarda kurucular kurulu tarafından Yönetim Kurulu’na üye önerileri yapılır. Daha önceki seçimde yedek listeden yönetim kuruluna seçilmiştim, ayrılan bir arkadaşın yerine Yönetim Kurulu üyesi olmuştum.
2010 yılında TİHV’in başvuru hekimi ayrılınca bu kez yerine bakmaya başladım. Bu zamana kadar da bu görevi devam ettirdim.
Ankara Tabip Odası ve TTB insan hakları Komisyon ve kolunda yıllardır görev alıyorsun. TİHV’de çalışıyorsun. Meslek yaşamının uzun bir dönemi insan hakları mücadelesi ile geçmiş. Başka insan hakları örgütleri ile ilgili çalışmaların oldu mu?
Ankara’da İnsan Hakları Derneği (İHD) kurulduğu dönemde Diyarbakır’da yaşıyordum. Diyarbakır’da kuruluş çalışmalarına başladığımızda bağış için para toplama işi bana düşmüştü. Dikkatimi Diyarbakır’da tanınan Kürt arkadaşların bağış yapmadığı çekti. Bir Ermeni doktor arkadaş çok istekli ve memnuniyetini belirterek bağış yapmıştı. Dernek ancak 1988 yılında resmiyet kazanabildi. Bizler Kurucu Yönetim Kurulu olarak görev yaptık. Kayıt defterine Mehmet Vural’ın önerisi ile ikinci üye olarak kaydedildim. Derneğin Diyarbakır ilk genel kurulu 1988 Eylül ayında yapıldı. Ben Mersin’e taşınacağımdan yerime Leyla Zana girdi. İHD Diyarbakır Şubesi kurucusu en genç üye ise şu an milletvekili olan Sezgin Tanrıkulu idi.
Bugün Türkiye’de içerde/dışarda İHD Diyarbakır Şube’den geçmiş o kadar çok insan var ki….
Halen İHD Ankara Şubesi üyesiyim.
Söyleşinin sonunda neler söylemek istersin?
Şu anda yaşayan iki kardeşiz; ben ve Talat Bulut.
Ben 80 yaşını sürdürürken ölümümün nasıl olması gerektiği üzerine düşünceler geliştirip uğraşırken pratik yolun kararını vermeye çabalıyorum. 70 yaşını sürdüren Talat ise ölümü bekleyecek gibi görünüyor.
Söyleşiyi Nazım Hikmet’in YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM sözü ile bitirmek istiyorum.
Çok teşekkür ederim Nihat Abi. Ağzına sağlık.


