Gurbette Hekim Olmak/Göç Hikayeleri: İş Görüşmesi, Sözleşme Süresi, Maaş Pazarlığı Türkiye’den Gelen Çoğu Hekim İçin Yeni Kavramlar

Gündem

Son yıllarda başta hekimler olmak üzere sağlık emekçileri Türkiye’den göç ediyor. Özellikle genç ve nitelikli hekim arkadaşların başka bir ülkede “sıfırdan” bir hayata başlamak istemesi gerçek anlamda onların da istedikleri bir şey değil. Gittikleri ülkelere uyum sağlama konusunda çok zorlanıyor, yakınlarını, geçmişlerini, anılarını arkalarında bırakmak zorunda kalıyorlar. “Giderlerse gitsinler” tümcesinde vücut bulan bir yok sayılma, değersizleştirilmenin yanı sıra nitelikli insan yerine vasatlığın yüceltildiği, liyakat yerine kayırmacılığın baş tacı edildiği bir toplumsal düzen, sağlıkta piyasalaşma ile birlikte artan şiddet onları gitmek istemesinde en büyük etken. Hekimlerin göç etmelerinde ekonomik gerekçeler sonlarda yer alıyor. Aslında onlar yaşanmaz hale gelen bir toplumsal düzenden kaçıyorlar. Hekimler onurlu, insani mesleki koşullar ve güvenli bir gelecek hayalleri ile ülkeyi terk ediyorlar. Çok şey istemiyorlar.

Tıp Dünyası’nda bundan sonra hekim göçü ile ilgili hikayelere yer vermek istiyoruz.

 

Muharrem Delikkaya
TTB Asistan ve Genç Uzman Hekimler Kolu önceki dönem Yürütme Kurulu üyesi

Öncelikle belirtmek isterim ki, benimkisi o kadar da gönüllü bir göç hikayesi olmadı. Ve buraya gelen birçok meslektaşımın aksine ne Almanya ne de başka bir ülkede çalışmak benim için bir mezuniyet sonrası bir amaç değildi. O sebeple birazdan anlatacaklarım daha çok bir deneyim aktarımı vazifesi görebilir.

Benim için hekimlik mesleği daha fakülte kapısından girdiğim ilk günden itibaren aslında daha çok başkalarına yardım etme isteği üzerinden tanımlanıyordu. Şu anda da çalışırken aklımda sadece bu düşünce var. Diğer insanlara yardım etmek… Türkiye’de iken de karşıma gelen hastanın dil, din, meslek veya cinsel yönelimi benim için (ilgili tıbbi sebepler dışında) bir önem arz etmedi; şu anda da etmiyor. Bu nedenle aslında başka bir ülkede hekimlik yapmak sanırım mesleğin felsefesine dair pek bir şey değiştirmiyor.

Aslında biraz da karşılaştırma yapılabilecek alan bunun hemen ötesinde başlıyor denilebilir. Çünkü burada yaptığım bazı şeyleri kendi ülkemde çalışırken hiç yapmadım. Aynı şekilde burada yapılan hekimliğe dair bazı pratikler de Türkiye’de uygulanmıyor. Çoğu kişinin aksine hayata dair siyah-beyaz olarak keskin ayrımlarım yok ve bu nedenle sanırım hangisinin daha “iyi” hangisinin daha “kötü” olduğu yazıyı okuyanlara kalmış bir durum.

Ön açıcı olması açısından kısaca kendimden bahsedip daha sonra temel olarak bu konulara değinmek aslında temel olarak tercihim olacak. Ben de Türkiye’de belli bir dönem mezun olmuş tüm arkadaşlarım gibi güvenlik soruşturması denen sürece tabi tutuldum ve ilk olarak burada bizlere yaşatılan zorluklar benim mesleğime biraz da soğuk başlamama neden oldu. Çünkü hemen herkese tanınan bitirdiği bölümün mesleğini diploma ile icra edebilme hakkı bize o dönemde tanınmadı ve bunu kazanmak için uzun bir süre mücadele etmek zorunda kaldık. Hala bu hak kendisine tanınmayan arkadaşlarımız da var.
Bu durum en azından benim açımdan başlı başına bir istenilmeme duygusu doğurdu ve aslında Almanya’ya göç ederken temel nedenlerimden birisiydi. Çünkü Türkiye’de çalıştığım 6 sene boyunca sürekli akıntıya karşı kürek çekiyormuş gibi hissettim ve bunu sürdürmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Yani en azından ben bunu başaramadım. Çalışma hakkımı elde ettikten sonra bir süre pratisyenlik yapıp aile-çevre baskısı, gelecek kaygısı gibi etkenlerin de eşliğinde asistanlık denemelerim oldu ancak büyük hastanelerde çalışmanın hiçbir zaman beni mutlu etmediğini anladım. Bu sebeple ilk görev yerim olan ilçe sağlığa tekrar döndüm ve beni daha huzurlu kılan birinci basamak sağlık hizmetlerinde çalışmaya başladım.

Sanırım burada bir süre çalışmak beni tekrar cesaretlendirdi ve bana uygun olduğunu düşündüğüm aile hekimliği asistanlığına başladım. Aslında her şey prensipte idealdi benim açımdan ancak burası da gene büyük bir üniversite hastanesinde ve buralarda artan iş yükü, adam kayırmacılık, makro siyaseti mikro ölçekte uygulama heveslisi idareciler, sözde eğitim veren hocalar ve sadece kâğıt üzerinde olan bir eğitim programı vardı. Olumsuz tecrübelerden de bir şeyler öğrenme konusundaki deneyimim bana buralardan da öğrenme imkânı sağlasa da Türkiye’deki birçok uzmanlık eğitimi öğrencisi gibi ben de alanıma dair teorik, spesifik bilgiyi uzmanlık sınavına hazırlanırken öğrendim.

Ancak belki de bu dönemki eforumu hayat boyu sürdüremeyeceğime dair düşüncem beni başka bir ülkede çalışma fikrine itti. Kafamdaki düşünce başka türlü bir şeyin mümkün olabileceği idi çünkü hem benim kafa yapımın hem de istediğim çalışma biçimimin buna uygun olmadığı idi. Ya da bir özeleştiri olarak benim bu sistemde hekim olarak çalışmayı beceremediğimdi. Bu sebeple daha önce bir tanışıklığımın da olduğu Almanca öğrenme fikri kafamda yer etti ve araştırmaya başladım.
Bunun sonucunda Almanya’da çalışma fikri beni ikna etti ve bir aracı şirket ile anlaşarak evrak işlerine başladım. Burada çalışabilmek için gereken sınavlara Türkiye’de mecburi hizmet sırasında girdim ve istifa ederek Almanya’daki işime başladım.

İnsanlar yeni bir ülkede yaşamaya başladıktan sonra, eğer gönüllü gittilerse yani bu bir sürgün değilse, ilk 6 ay çok iyi geçiyor, bir nevi turist sendromu. Almanya gibi her ne kadar yabancılara karşı mesafeli olduğunu düşündüğüm bir toplum olsa da. Belki de yeni şeyleri keşfetme hevesi sebebiyle her gün iyi hissetmek için bir sebep bulabiliyor insan. Ancak daha sonra kapitalist modernitenin gerçekleri insanın yüzüne vurunca (kira, maaş, iş bulma vs.) sanırım daha gerçekçi bir tespit yapma imkanı ortaya çıkıyor. Biraz da bu sebeple buraya gelişimizin 20’nci ayında biraz konuya dair karşılaştırmalar yapabileceğim görüşündeyim.

Öncelikle Almanya’da Türkiye’den farklı olarak hala bir toplum var. Çünkü kendi adıma Türkiye’de Haziran 2013 sonrası sanki bir intikam olarak başlayıp 2017’den sonra tam gaz devam eden ve toplumu birbirine düşman etme ve parçalama amacı bana sanki meyvesini vermiş gibi görünüyordu ve göç etmemdeki en büyük sebeplerden birisi buydu. Kendisi ile aynı görüşü taşımayıp onların ölülerini bile bazen yuhalama bazen bir panzerin arkasına bağlayarak süründürme pratiği ve buna alkış tutacak seviyeye gelmiş insanların bir arada yaşama umudu bana göre çok zayıftır. Bu ve benzeri hadiseler aslında Türkiye’de insanların bir başkası için düşünme, beraber üretim yapma veya insanca yaşama isteklerini bitirdi ve ülke öldürülen küçük çocukların bile birbiri ile yarıştırıldığı bir yere dönüştü. Buna rağmen Alman toplumunda her ne kadar artan sağ siyasetin etkisi ile zayıflasa da toplumun büyük bir kesimi hala kendisini karşındakine karşı sorumlu hissediyor ve kendi kurtarmanın o kadar matah bir şey olmadığının farkında.

Mesleğe dair pratik olaraksa burada hastaya açıklama yapma ve bilgilendirme işinin, bunun doğal uzantısı olarak ise beraber karar almanın daha işlevsel olduğunu söylemek ve hatta bunun günlük rutinin önemli bir parçası olduğunu belirtmek sanırım iddialı olmaz. Tıbbi uygulamanın bu yönü aslında benim de yıllardır istediğim ve Türkiye’de eksik olduğunu düşündüğüm bir kısımdı ve böyle çalışabilmek beni her gün oldukça mutlu ediyor. Bunun dışında Türkiye’de alışılmış biçiminin aksine burada hiyerarşiler çoğu çalışma ortamında oldukça gevşek, daha sıkı olduğu büyük hastanelerde ise oldukça kurallı. Bu durum hekime Türkiye’dekinin aksine yöneticilere karşı belli bir koruma alanı ve keyfiyetten koruma sağlamasının yanında yardımcı sağlık personeli ile hekim arasındaki “emir-komuta” zinciri benzeri Türkiye’deki yapıyı da ortadan kaldırıyor. Şahsen bu ilişkilenim biçimini çok daha sağlıklı bulsam da Türkiye’den buraya gelen birçok meslektaşımın bu duruma uyum sağlamakta zorlandığı da açık bir gerçek.

Diğer taraftan ise Almanya’da neredeyse tüm sağlık kurumları özel sermaye elinde ve devletin buraya dahili veya müdahalesi çok minimal düzeyde oluyor. Çalışan herkesin sağlık sigortasının olması zorunlu olsa da bu sigortalar da özel şirketler. Ve hastaneler ve diğer sağlık hizmeti sunucuları ödemelerini bu şirketler aracılığı ile devletten temin ediyorlar. Bu durum özellikle kronik hastalığı olan kişiler için ilaç ve tedavi temininde maddi olarak kimi zaman sıkıntılar doğurmanın yanında ödenen sigorta primlerinin yüksekliğine rağmen zaman zaman yapmak zorunda kalınan fazladan ödemeler veya yapılan ödemenin sağlık sigortası şirketinde geri talep edilmesi sorun oluşturuyor. Sağlık gibi temel insan haklarından birine ulaşımın bu kadar zorlaşması veya temel olarak bir şarta bağlı olması benim için ilk başta oldukça şaşırtıcı olmuştu. Hekimler içinse Türkiye’de sahip olduğumuz devlet memurluğu ve dolayısıyla ömür boyu iş garantisinin burada olmaması pek çok yeni duruma alışmayı zorunlu kılıyor. İş görüşmesine katılmak, sözleşme süresi belirlemek veya çoğu yerde toplu sözleşme ile belirlense bile maaş pazarlığı yapmak Türkiye’den gelen çoğu hekim için yeni kavramlar.

Yani şu ana kadar burada bulunduğum süreç her ne kadar çok uzun olmasa da dönüp iki ülkeye baktığım zaman aslında bambaşka hekimlik pratikleri ve yaşam biçimleri olduğunu net bir şekilde fark ediyorum. Her ne kadar uç örnekler olsa da orda yaşandığı ve çalışıldığı gibi burada ve burada yapılan gibi de Türkiye’de davranmak aslında teknik olarak çok zor. Bu yüzden ben sosyal medyada fazlaca gördüğüm fazlasıyla övülen yurtdışında yaşam veya hekimlik deneyiminin gerçekliği yansıttığını düşünmüyorum. Tabii ki dünyayı görmek yeni bilgiler edinmek yeni insanlar ve yerler tanımak çok önemli ve yararlı. Ancak bunun yanında içinden yetiştiği topluma faydalı olmaya çalışmak veya toplumsal hayatta kendini ana dili ile var edebilmek de son derece önemli şeyler. Tabii ki özgür düşüncenin kısıtlandığı, baskı ortamının oluştuğu toplumlarda bireyler kendini nasıl hür hissedebilir o muamma olsa da herkesin iç huzurunu en iyi sağladığı yerde mutlu olabileceğine inanıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.