Sağlıkta Piyasalaşma Tam Gaz: Lisanslar Açık Artırmayla Satılacak! Peki Hizmet İlişkili Zarar Ne Olacak?

Başyazı

Dr. Alpay Azap
TTB Merkez Konseyi Başkanı

Sağlık Bakanlığı neredeyse her hafta bir yönetmelik yayımlayarak sağlık alanını düzenlemeye çalışsa da aslında baştan yanlış iliklenen gömlek düğmesi misali ne kadar düğme iliklenirse iliklensin bir düzen tutmuyor. Çünkü baştaki düğme sağlık sisteminin, halkın sağlığını korumak ve geliştirmekten çok tanı ve tedaviye odaklanan bir ticari sektör olarak yapılandırılması için iliklenmiş durumda. Devlete bağlı birinci, ikinci, üçüncü basamak sağlık kuruluşlarının performans, taşeron, hizmet alımı, kamu-özel işbirliği gibi uygulamalarla ticarethane mantığı ile işletildiği, SGK’nin özel kuruluşlardan hizmet aldığı, bunun teşviki ile bazı nitelikli hizmetlerin kamudan çok özelde verilir hale geldiği, halkın cebinden giderek daha çok ödeme yapmak zorunda kaldığı piyasa koşullarının belirleyici olduğu bir sistem içerisindeyiz.

Bakanlığın kurduğu şirket ile (USHAŞ) kamusal yetki kullanarak piyasa aktörü gibi davranmaya başladığı bir sistem bu. “Gerçek kişilere veya özel hukuk tüzel kişilerine sağlık alanında yatak, özellikli merkez, ünite, tıbbi cihaz, uzmanlık dalları ve kadro ile hastane ve benzeri özel sağlık kuruluşları açabilme yetkisi” veren lisans belgesinin, Bakanlık tarafından açık artırma yöntemiyle (doğru okudunuz açık artırma yazıyor!) satılmasını düzenleyen ve Resmi Gazete’de 11 Kasım 2025’te yayımlanarak yürürlüğe giren “Sağlık Hizmetleri Lisans Yönetmeliği”, bize içinde bulunduğumuz sistemin ne ölçüde ticarileştiğinin net bir göstergesi olsa gerek.

Bu ve benzeri yönetmeliklerin kanunlara ve kamu yararına aykırı yanlarını, hekimlik değerlerine uymayan yönlerini, halkın sağlığına ve hekimlik mesleğine zarar verecek maddelerini gerek yetkililerle müzakere yoluyla gerekse hukuki yollara başvurarak iptal ettirmek üzere çalışmaya, bunlarla birlikte itirazımızı dillendiren eylemler, etkinlikler düzenlemeye devam edeceğiz.

Geçen haftaların hekimlik açısından bir diğer önemli başlığı üzerinde durmak istiyorum. Gaziantep’te kulak burun boğaz uzmanı bir arkadaşımızın yapmış olduğu tonsillektomi ameliyatı sonrasında hastada ciddi kanama nedeniyle sekel gelişmesi üzerine başlayan yargılama süreci, mahkemenin gecikme faizleriyle birlikte doktorun toplam 109 milyon TL tazminat ödemesine hükmetmesiyle sonuçlandı. Çocuk hastanın, ailenin yaşadığı zararın elbette parasal karşılığı yok, olamaz. Bu zararın hiç olmazsa maddi olarak mutlaka karşılanması gerekir. Ama bunun yöntemi ne olmalıdır?

Ülkemizdeki mevcut yöntemi özetleyelim: Bilindiği üzere ülkemizde hekimler mesleki sorumluluk sigortası yaptırmak zorundalar. Bu sigorta primlerinin yarısını çalıştığı kurum (devlet veya özel) yarısını da hekim kendisi karşılıyor ve hekimler riske göre 4 kategoriye ayrılarak sigorta belli bir üst sınırdan yapılıyor. Bir dava durumunda eğer oluşan zarar komplikasyon sonucu ise hastaya/yakınlarına bir ödeme yapılmıyor. “Malpraktis” sonucunda oluştu ise bu zorunlu sigortanın ödeyeceği en yüksek tutar 4 milyon TL. Bu örnekteki gibi 4 milyonun üzerine çıkan tazminatları hekim kendisi cebinden karşılamak zorunda. Sağlık Bakanlığı, kendi bünyesinde çalışan hekimler için eğer kasıtlı bir tutum nedeniyle olmamışsa “malpraktis” sonucu belirlenen tazminatı kendisinin üsteleneceğini ifade ediyor. Ama burada da kastın nasıl tanımlanacağı (çünkü doğal olarak hiçbir doktor bile isteye hastasına zarar vermez) belli değil. Özelde çalışan 40 bine yakın doktorunsa böyle bir “koruması” yok.

Neyin “malpraktis” neyin “komplikasyon” olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Bazı alanlarda bu ayrımı yapmak kolay olsa da bazen biz hekimlerin de zorlandığı, olayda standart, güncel ve bilimsel yaklaşımın doğru ve eksiksiz olarak yapılıp yapılmadığını ortaya koymanın zor olduğu durumlar var. Mahkeme bunun “malpraktis” olduğuna kanaat getirerek bu tutarı belirlemişti. Bu satırları okuyan hekim arkadaşlarımızın gayet iyi bileceği gibi bir hekimin özelde bile çalışsa bu miktarda bir parayı 20-30 yılda biriktirebilmesi mümkün değil. Buradan hareketle bazı hekim arkadaşlarımız, çarenin mali sorumluluk sigortasını primlerini artırmak olduğunu, kendilerinin bunu istese de mevzuat ve sigorta şirketlerinin isteksizliği nedeniyle bunu yapamadıklarını ifade eden, bizden buna çözüm bulmamızı isteyen mailler, mektuplar gönderdiler. Oysa çare bu değil!

Türk Tabipleri Birliği zorunlu mesleki sorumluluk sigortası tartışmalarının ilk başladığı 2010’lu yılların başında bu soruna akılcı ve bilimsel bir çözüm sunmuş ve konunun taraflarına iletmişti. Ayrıntısına şu adresten ulaşabileceğiniz önerimizi burada kısaca özetlemek istiyorum.

Bir kere öncelikle hatanın insanın doğasında olduğu kabulü ile bu hataların nasıl en aza indirilebileceğine odaklanmak gerekir. Yani hata yapanı bulup cezalandırmak değil hatanın bir daha olmamasını sağlamak üzere bir sistem kurulmalıdır. Aksi taktirde hekimler sağlık çalışanları hata yaptıklarında bunu bildirmek yerine gizlemek eğiliminde olurlar. Halbuki hataları azaltmak için; gerçekleşen hataları, hatta ramak kala olayları bilmek, nedenlerini araştırmak, bu nedenleri ortadan kaldırarak bir daha benzer bir hatanın olmamasını sağlamak gerekir. Yani “Hatayı kim yaptı?” değil “Hata niye önlenemedi?” diye düşünmek gerekir. Tıbbi hatalar ancak sistem odaklı bu yaklaşımla azaltılabilir.

Burada bir diğer önemli konu hatanın tek başına kişisel nedenlerden kaynaklanmamış olduğunu da görebilmektir. Bir hekim hata yaptığında; almış olduğu eğitimin yeterliliğinden tutun da hizmet verdiği ortamın altyapısına, kullandığı ekipmanların kalitesine, birlikte çalıştığı sağlık çalışanlarının sayısına, onların eğitim bilgi ve beceri düzeylerine kadar pek çok faktör hata yapılmasına etki eder. Hastanın sorununu anlayıp çözmesi için sadece beş dakikası olan hekimin herhangi bir hatası veya insanüstü bir gayretle 80. hastasına bakarken reçetede ilaç dozunu yanlış yazan hekimin yaptığı hata sadece hekime bağlanabilir mi? Ya da kullandığı malzemenin kalitesiz (ki bu malzemeyi hekim değil ihale kanunu belirliyor: “En ucuzu alacaksın” diyor) olması yüzünden hastası zarar gören hekimde midir sorumluluk? Elbette ki hayır. Bu nedenle bireyi suçlayıp hatayı tazmin etmeyi değil sistemi düzelten ve hatayı önlemeyi hedefleyen bir sigorta sistemi olmalıdır.

Tam da bu noktada odağına kişiyi ve hatayı alan “malpraktis” tanımını kullanmaktan da vazgeçmeliyiz. Çünkü bu kavram suçu hekimlerde gören yaklaşımı destekliyor, onun bir ürünü. Doğrusu; “hizmet ilişkili zarar”dır. Hizmet çok karmaşık bir ekip işidir dolayısıyla hata tek kişiye yıkılamaz. Israrla bu kavramı kullanmalıyız. Ayrıca komplikasyon olduğu sonucuna varıldığında “Hastanın uğradığı zarar ne olacak?” sorusunun yanıtı da mevcut sistemde yok. Halbuki komplikasyon veya hizmet ilişkili olsun, hastanın karşılaştığı zararı da hızla ve tam olarak karşılamak gerekmez mi?

İşte 2011’de önerdiğimiz insani, bilimsel ve uygulanabilir yöntem; hataların önlenmesine yönelik çalışmalar ve tazmini için bir kamu fonu oluşturulmasını öngörüyordu. Böyle bir sistem, çekinik tıp uygulamaları ve artan hatalar nedeniyle halkın sağlığının daha da bozulmasını engelleyebilir, hekimlerin sadece hastalarının sağlığına odaklanmasını sağlayabilirdi. Ama o zamanki hükümet özel sigortacılık ve bireysel pirim sistemini hekimlere dayattı. Sonuç; bildiğiniz gibi.

Oysa hala geç değil ve “başka bir hizmet ilişkili zarar yönetimi mümkün!” tıpkı “başka bir sağlık sistemi”nin mümkün olduğu gibi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Güvenlik Kodu * Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.