Son yıllarda başta hekimler olmak üzere sağlık emekçileri Türkiye’den göç ediyor. Özellikle genç ve nitelikli hekim arkadaşların başka bir ülkede “sıfırdan” bir hayata başlamak istemesi gerçek anlamda onların da istedikleri bir şey değil. Gittikleri ülkelere uyum sağlama konusunda çok zorlanıyor, yakınlarını, geçmişlerini, anılarını arkalarında bırakmak zorunda kalıyorlar. “Giderlerse gitsinler” tümcesinde vücut bulan bir yok sayılma, değersizleştirilmenin yanı sıra nitelikli insan yerine vasatlığın yüceltildiği, liyakat yerine kayırmacılığın baş tacı edildiği bir toplumsal düzen, sağlıkta piyasalaşma ile birlikte artan şiddet onları gitmek istemesinde en büyük etken. Hekimlerin göç etmelerinde ekonomik gerekçeler sonlarda yer alıyor. Aslında onlar yaşanmaz hale gelen bir toplumsal düzenden kaçıyorlar. Hekimler onurlu, insani mesleki koşullar ve güvenli bir gelecek hayalleri ile ülkeyi terk ediyorlar. Çok şey istemiyorlar.
Tıp Dünyası’nda bundan sonra hekim göçü ile ilgili hikayelere yer vermek istiyoruz.
Dr. Ayşegül Yay Pençe
Psikiyatri Uzmanı
Ne tıp fakültesi yıllarımda ne de sonrasında zorunlu hizmet dönemimde başka ülkede yasamak gibi bir hayalim, hatta en ufak bir isteğim yoktu. Psikiyatri alanında asistanlık eğitimime başladığımda da bana çok uzak bir yaşam planıydı bu. Üniversite döneminde yurt dışı planları yapan, başka ülkelere asistanlık eğitimi için giden birkaç arkadaşım vardı. O dönemler şimdi olduğu kadar sık düşünülen bir şey değildi göç. Şimdi geriye dönüp baktığımda arkadaşlarımın neden böyle bir karar verdiklerini o dönem hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Benim için yurtdışı belki yaşamıma bir süre ekleyeceğim deneyimlerden biri olurdu ama şimdiye kadar inşa ettiğim her şeyi arkamda bırakıp sıfırdan bir hayata başlamak sahip olmak isteyeceğim türden bir deneyim değildi. Ta ki yasadığım yer benim büyümemi sağlayacak bir damla suyunu dahi bana ayıramayacağını, benimle bağını göbeğinden kestiğini hissettirene kadar.
Ben asistanlığa Sağlık Bakanlığı adına üniversite kadrosuna yerleşerek başladım. Asistanlığım süresinde hem başka ülkelerdeki psikiyatri pratiğini deneyimlemek hem de kendimi geliştirmek için bir değişim programına katılmak istedim. Sağlık Bakanlığı beni desteklemek şöyle dursun gidebilmem için beni ücretsiz izne çıkmaya zorladı. Uzunca bir süre derdimi anlatmaya çalışsam da maalesef boşunaydı. Asistanlık eğitimi, hastalık ve gebelik dışındaki diğer sebeplerle bölünemez fakat istendiği zaman her şeyin yapılabildiği hiçbir şeyin şaşırtıcı olmadığı ülkemizde benim ücretsiz izne çıkmam sağlanabiliyordu. İlk defa bu olaydan sonra düşündüm aslında başka bir yere göç etme fikrini. Daha uzman olarak çalışmaya başlamamışken beni hiç desteklemeyen bu sistem ben bir devlet hastanesinde çalışmaya başladığımda ne yapacaktı bana? Bir yandan giderlerse gitsinler naralarıyla ne kadar değersiz olduğum zaten tüm toplumda yankılanırken beni burada tutan kurumaya yüz tutmuş son kök de daha tomurcuklanmadan yok olmaya mahkûm gibiydi.
Son 10-15 yılın gittikçe daha da artan baskıcı, nefes aldırmayan Türkiye gündeminde yurt dışına yerleşme fikri ekilmişti ülkeye. Hala başka bir yerde şansı olduğunu düşünen herkesin aklını kurcalıyordu göç etme fikri. Böyle bir kendimi ve değerlerimi sorgulatıcı bir dönemin ardından, eşim ve ben de dil yeterliliğimizi düşünerek İngiltere’de karar kıldık. Tamamen gitmesek de denemeye değerdi. Ben bir programdan kabul alarak Şubat 2024’te Manchester’da bir psikiyatri hastanesinde çalışmaya başladım. Eşim ise sınavlarını tamamlamak için bir süre daha Türkiye’de çalışmaya devam etti.
Kökünden kopmak kadar yeniden köklenmeye çalışmak da zordu. Yapayalnız ben ve karşımda kocaman yeni bir sistem, yeni insanlar, bambaşka bir kültür ve her yerde karşına çıkacak yeni bir dil. Her göçmenin öznel bir deneyimi olsa da ilk sakinlik, o sudan çıkmış balık olma hissi ortak sanıyorum. 33 yıl boyunca kendi ülkende öğrendiğin her şeyi baştan sona sorgulatan, birçok şeyi yeniden öğrenmeni isteyen hem de bunları çabucak yapman gereken bir dönemdesin. Çok basit olduğunu düşündüğüm sosyal becerileri bile faklı bir kültürde nasıl sıfırdan inşa etmem gerektiğini öğrendim. Sokakta daha güvenilir görünümlü olan soru sorabileceğiniz bir kişiyi seçmek için bile kültürleri hakkında biraz bilmek gerekiyor. Özellikle ilk 6 ay elimi kolumu nereye koyacağımı saptamaya çalıştığım oldukça belirsiz dönem, “neyse zaten istersem geri dönerim” düşünceleriyle geçti.
Öte yandan da daha önce bende olduğunu ve kullandığımı bilmediğin becerilerimi ve ne kadar önemli olduklarını keşfettim bu süreçte. Psikiyatride iletişim temel araç olduğu için belki de ben bir psikiyatrist olarak daha çok böyle hissettim. Biriyle konuşurken yaptığı bir hareketi, belki bir mimiği, özellikle kullandığı bir kelimeyi ve alt anlamını tam olarak bilinçli olmasa da anlar ve ona göre konuşmayı sürdürebilirsiniz. Yeni bir ülkeye göç ettiğinizde, özellikle ilk zamanlarda bunu yapabilmek oldukça zor. Bir kelimenin bir konuda spesifik kullanımı, ek bir sesin manası, bir hareketin size geçirdiği anlam… Hepsini sıfırdan öğrendim sanki. Bir kelime, kelime öbeği ya da spesifik bir sesle bütünleşen anlamları benzer konuşmaları defalarca faklı insanlardan duyarak hafızamıza alıyoruz. Tek başlarına bir anlamı olmasa da iletişimin önemli bir kısmını oluşturuyorlar. İlk zamanlar özellikle hastalarla konuşurken neden tam bir iletişim kuramıyormuşum gibi hissettiğim üzerine epey düşünme fırsatım oldu ve eksikliğin bu olduğu kanısına vardım. Benim alıştığım her bir sese verdiğim anlam bambaşkaydı ve sadece cümlenin sözlük anlamıyla çevirisi bana bir şey ifade etse de bir şey hep eksikti. Neyse ki bu da zamanla azalıyor. Ne zaman birini gerçekten tam anlamıyla hissederek anlayabilirim henüz bilmiyorum ama her gün biraz daha iyi olduğunu söyleyebilirim.
Biraz da beğendiğim ve beni iyi hissettiren farklılıklardan bahsedecek olursak, sadece alışılmadıklık hissinden dolayı bir rahatsızlık hissi veriyormuş gibi gelse de başta buradaki sistemin sizden geliştirmenizi istediği bakış açısı gerçekten güzel. Şimdiye kadar yabancı olduğum fakat hayatıma katmaktan mutluluk duyduğum değerler. “Kendini tanı. Yapamadığın şeyler için açıkça yapamıyorum de ve yardım iste. sınırlarını bil ve sınırlarını çiz. Çok fazla iş yükün varsa ve bu seni ve senin aracılığınla hastalarını kötü etkiliyorsa susma, bildir ve çözüm üret, çözüm iste.” Bunlardan başlıcaları. Tabii ki İngiltere’de çalışan her meslektaşım buradaki ilkelerin hepsini uyguladıkları bir ortamda çalıştıklarını iddia edemem. Herkesin deneyimi çok öznel ama yine de bunlar açıkça konuşulan ve teşvik edilen ilkeler. Kendi adıma burada bunun aksini yaşadığım bir ortamda çalışmadım. Henüz bir buçuk yıla yaklaşıyor ben buraya geleli. Bilmiyorum ve yardıma ihtiyacım var demenin ne kadar hafifletici bir şey olduğunu burada ögrendim. Herhangi bir sefer de olumsuz bir geri bildirimle karşılaşmadım. Daha somut bir örnekle karşılaştırmam gerekirse, benim için en çarpıcı farklılıklardan birini buradaki derslere girdiğimde fark ettim. Şu anda bulunduğunuz bölümde ya da fakültede bir hocanızı düşünün, kaç kere bir hocanız ders anlatmak için geldiğinde konunun bir noktasında ben bunu bilmiyorum diye rahatça söyleyebildi? Bunu burada ilk duyduğumda çok yadırgamıştım. Nasıl yani bilmiyorum? Nasıl bir hoca ders anlatmak için gelir ve rahatlıkla ben bunu bilmiyorum der? Bir yandan garipsedim öte yandan da ne kadar kendini olumlayan ve kabul eden bir deneyim olduğunu fark ettim. Bilmiyorum ve bundan dolayı da suçluluk hissetmiyorum, kendimi değişik kılıflara sokmama, bilmesem de biliyormuş gibi davranmama, başka biri olmama gerek yok. Bu yaklaşım ve bakış açısı aslında toplumun her katmanında böyle işliyor gibi. Yine ilk izlenimlerim insanların kendini değiştirmek ya da daha güzel ve kabul edilebilir göstermek için daha az caba harcıyormuş gibi görünmeleri. Burada yaşamaya başladığımdan beri ben de bundan etkilendiğimi fark ettim. Örneğin televizyonda gördüğünüz reklamlarda, filmlerde sadece popüler kültürün dayattığı normlara uygun kişiler oynamıyor. Faklı etnik kimliklerden ve farklı beden ölçülerinde, farklı renklerde olabildiğince kapsayıcı. Hatta özellikle insanların kusur olarak algılanabilecek özellikleri gizlenmek yerine gururla sunuluyor. Örnek vermek gerekirse bir reklamda bir oyuncunun koltuk altı kıllarını, yağlı ve gözenekli cildini, kırışıklıklarını görmeniz mümkün. Neden bunları göreyim diye düşünüyor olabilirsiniz. Mesela ben de şu an koltuk altı kıllarından bahsederken endişelendim, acaba yazının ahengini bozdu da okuyucuyu yazıdan uzaklaştırdı mi diye. Bunları her gün en doğal şeyler olarak izlemeniz o kadar etkiliyor ki kendinize ve ötekine nasıl baktığınızı. Seni olduğun halinle, farklı düşüncelerinle, ötekileştirmeden kabul edebilecek bir toplum. Her açıdan bunun olgunlaşmış halini bir toplumda bulmak zor olsa da bu şiarla hareket eden bir toplum diyebilirim burası için. Ötekileştirme kelimesini Türkiye’de o kadar fazla kullanmışız ki şimdi yazarken durup üstüne bir düşünme gereği duydum doğru yerde mi kullanıyorum diye. Elbette burada da gidilecek daha yol var. Ama daha kısa bir yol.
Genel olarak çalıştığım hastanelerdeki gözlemim insanların yardım etmeye oldukça açık olduğu. Fakat Türkiye’deki yardımseverliğin aksine burada yardım görebilmeniz için yardım istemeniz gerekiyor. Kimse siz yardım istemezseniz yardım teklif etmiyor. Bu da bir kültürel farklılık. En azından benim Manchester’da deneyimim insanların bir konuda yardım istediğinizde genel olarak anlayışlı ve yardım etmeye açık oldukları yönünde. Yine insanların geneli kibar ve saygılı.

Doktor olarak farklılıklarımızdan biraz bahsedecek olursam, burada ekip lideri olmaktan daha çok ekibin bir parçası olarak çalışıyorsunuz. Ekip içindeki her bir üyenin liderlik edeceği bir zaman olabiliyor. Özellikle buraya ilk defa gelmiş biri için çok karmaşık gelebilecek bir ekip sistemi mevcut. Örneğin şu an çalıştığım perinatal psikiyatri ekibi hemşireler, doktorlar (konsültanlar, asistanlar, asistan olmayan doktorlar), çocuk bakım uzmanları, sosyal hizmetler uzmanları, ileri düzel klinik uygulayıcılar ve asistanları, psikologlar ve yöneticilerden oluşuyor. Ayrıca hastaların kendilerine atanmış bakım sürecini organize eden bir kişi (care coordinator) ve ilgilenen çocuk ve erişkin sosyal hizmetler uzmanı, perinatal psikiyatri ebesi mevcut ve bu kişiler birbiri ile koordineli bir şekilde çalışıyorlar. Hala yeni tanıştığım kişilerin iş tanımını ögrenmekte zorlanıyorum. Bir anda hastanın tüm bakımından sorumlu olma pozisyonundan ekibin bir parçası olma durumuna geçmek rol kaybı hissi yaratabiliyor. Öte yandan rahatlatıcı da olabiliyor her şeyin sizin sorumluluğunuzda olmaması. Yine sistemde ekibin desteği ile bir psikiyatrist yalnızca kendi desteğinin gerektiği hastaları görüyor. Bu da doktorların daha az sayıda hasta görmesini saylıyor.
Anlatılacak çok fazla şey var fakat özetle bambaşka bir dünya diyebilirim buradaki şimdiye kadar olan deneyimime. Başlarda çok sancılı olsa da insan yeni hayatına da alışıyor ve hatta seviyor zamanla, geri dönme planını zihninin bir ucunda tutarak.


